Önce ibretlik bir hikâye anlatalım:
Bir gün şeytan bir köye uğramış, bakmış ki bir kadın inek sağıyor, ineğin yavrusu buzağı da ileride kazığa bağlanmış duruyor.
Şeytan bu, hiç rahat durur mu?
Sessizce yanaşmış, buzağının ipini gevşetmiş, dönmüş olacakları seyretmeye…
İpten kurtulan buzağı koşup annesinin memesine saldırınca süt dolu kovaya çarpmış, sütler yerde… Zavallı kadın; emeğinin boşa gittiğini, sütün ziyan olduğunu görünce kazığı kaptığı gibi buzağının kafasına kafasına indirmiş. Yavrusunun dayak yediğini gören inek, kadını bir tekmeyle yere yıkıp, öldürmüş…
Kadının kayın pederi ineğin gelinini yere serdiğini görünce, av tüfeğiyle ineği vurmuş… Silah sesine koşup gelen koca, karısının ve ineğin yerde, babasının da elinde av tüfeği görünce, belinden tabancasını çekmiş, babasını öldürmüş… Bir süre sonra gerçeği öğrenen adam ‘Ben ne yaptım’ diyerek tabancayı kafasına dayamış, intihar etmiş.
Bütün bunları seyreden şeytan, başını iki yana sallayarak hayıflanmış: “Şimdi bütün olup bitenleri benim üzerime yıkarlar… Ben ne yaptım ki? Buzağının ipini biraz gevşettim, o kadar!” demiş.
Neden insanlar suç işleyince şeytana uyduk derler? Bu acaba insanın geliştirdiği basit bir savunma mekanizması mı?
Bu hikâyeyi ünlü düşünür Dante, çok nefis özetler: “Küçük kıvılcımlardan büyük yangınlar çıkar” diye.
Öyleyse küçük kıvılcımların mutluluk sarayımızı yakıp kül etmesine meydan vermeyelim.
Bu önemli tespitleri Mevlâna gibi bir deha iki cümleyle zirveye taşır: “Bal da, petek de arıdandır. Ama birbirini sokmayan bir kovan dolusu arıdan…”
Dünya siyasetinin ilk çağlardan beri her yüzyılda uygulanan, bugün de geçerli bir kuramı vardır: “Yutamadığın lokmayı parçala böl…” Millet bütünlüğünü parçalayıp bölmenin yolları pek çok denenmiştir. Bir vatan üzerinde yaşayan, millet vasfına haiz toplulukta etnik gruplar meydana getirmek, halklar oluşturmak, mezhep ayrılıkları gütmek, işçi-işveren ahengini sürekli kavgaya dönüştürmek, ideolojik saplantılarla ülkeyi sınıf mücadeleleri içinde anarşinin kol gezdiği bir duruma götürmek, bütünlüğü, milli birlik ve beraberliği bozmak, parçalamak… Ondan sonra yutulacak lokmalar hazır demektir. Türkiye her zaman bu tehlikelerle karşı karşıyadır.
İstiklal Harbi’nden sonra İngilizlerle aramızda Musul-Kerkük krizi çıkar. İngilizler, casus Lawrence’e “Türk’le Kürt’ü nasıl ayırırız?” diye sorarlar. Lawrence’in hükümetine verdiği rapor şöyledir: “Türk’ü ve Kürt’ü ayırmak için yüz yıl çalışmamız gerekir.” Aradan 90 yıl geçti ve bakın ne hale geldik!..
Bizi ayırmak, Anadolu’yu bölmek istiyorlar…
“Aynı kökten su yürümüş gövdeye,
Gövdenin üst yanı çatal,
Her çatalda
Bir güçlü dal
Dalın üstünde yemişler.
Kök aynı, birine Türk, birine Kürt demişler.
……
Kader bizi aynı yünden eğirmiş,
Gara, yeşil, gırmızı, mor,
Boyamıza sarı girmiş, al girmiş
Ayırmak zor…”
Gövdedeki dalı kırmak, yündeki rengi ayırmak istiyorlar…
Bir Alevi dedesi Zeynel Sevim ne güzel söylüyor:
“Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kuran’ımız bir, Ehl-i Beyt ortak değerimiz, Allah aşkına bizim birbirimizden ayrı olan neyimiz var?..”
Beyni Amerikan kültürüyle gelişmiş, gönlü Hıristiyan Avrupa değerlerine ipotekli, cebi uluslararası sermaye ile besli bir avuç bölücü anlayış bu millete kan kusturuyor.
“Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa o yerde güneş batıyor demektir.”
Bir insanın etnik kimliği bir kaderdir, insanı kaderiyle mahkûm etmek en büyük ilkelliktir. Hâlbuki insanımızı kimliğiyle değil tercihleriyle, yetenekleriyle değerlendirmek gerekir.
“Bir devletin tarihi askerlerin kanıyla, işçilerin teriyle, âlimlerim mürekkebiyle yazılır…”
Neden biz etnik kimliklerimizle uğraştığımız kadar, öğrenmeye, çalışmaya, üretmeye, paylaşmaya zaman ayırmıyoruz.
Türk’ün gururu kırılarak Kürt sorunu çözülemez.
Karın üzerinde “kırt-kurt” diye ses çıkararak yürüyenlere “Kürt” denir diyerek Güneydoğu sorunu geçiştirilemez. Artık bu konular sosyolojik açıdan değerlendirilmelidir.
Şunu da özellikle ifade etmeliyim ki:
Türk olmak, “Ne mutlu Türküm diyene!” deyip yan gelip yatmak değildir…
Öyleyse nedir Türk olmak? Öğrenmek, çalışmak, üretmek… Hiçbir milleti kendi milletinden aşağı görmemek, ırkçılık yapmamaktır… Nobel ödülleri almak… Yani buluşlarla insanlığı selamlamaktır.
Afrika’daki Ruanda’yı hatırlayın. Dili bir, dini bir, kültürü bir, derisinin rengi aynı insanlara önce Huti, Tutsi diye kimlik verdiler. Sonra Huti’lere siz asil insanlarsınız tutun şu Tutsileri dediler. İki kardeşi birbirine kırdırdılar. 2 milyon Tutsi katledildi. Sonra suç işlediniz diye katilleri hapsettiler. Daha sonra ülkenin kaynakları yağmalandı.
Yoksa biz de yarın öbür gün…
“Tutsiler ile Hutiler gibi mi gireceğiz birbirimize?
Evlerimizin kapılarına kırmızı çarpı işaretleri mi koyacağız?
Diyarbakırlı Yozgatlı, Yozgatlı Diyarbakırlı avına mı çıkacak?
Klu Klux Klan’cılık mı oynanacak bu saatten sonra?
El Salvador’a mı çevrilecek ülke?
Peki, söyler misiniz?
Nasıl ayıracaksınız Türk’ü Kürt’ten..?
Babası Türk, anası Kürtleri ya da babası Kürt, anası Türkleri ne yapacaksınız mesela?
………
Unutmayın:
Savaşların en kalleşi, en alçağı, en gaddarı, en haini ‘iç savaş’tır…
Ve bir ‘iç savaş’ın hiçbir zaman galibi olamaz…”
Bu gerçeği anlamak için illa bir ‘iç savaş’ta ölmek mi gerekir?
“Türkiye’nin bazı illeri ‘Kürdistan’ olursa diğer bütün illeri ‘Türkistan’ olmaz mı?! Herkes için korkunç felaketler demektir bu…
Yugoslavya felaketleri hafif kalır!
Bu nasıl körlük!
………..
Biz bu ülkede yan yana gömülmeyeceksek nasıl ortak vatandan bahsedebiliriz?!
Ne hikmetse en çok maymun Cebel-i Tarık Boğazı’nda yakalanırmış. Avcılar bir yere fötr, bir çift çizme, bir ayna koyup gizlenirlermiş. Maymun gelip fötrü başına, çizmeleri ayaklarına geçirir, aynaya bakarken gizlendikleri yerden avcılar koşar, aynayı, başındaki fötrünü, çizmeleri çıkarıp atıncaya kadar onu yakalarlarmış.”
Anladınız mı? Fötr şapkayla, çizmeyle, aynayla oynarken Irak petrolünü kaçırdığımız gibi şimdi de Libya petrolü gidiyor.
“Bu toprağın çocukları; hiçbir güç sizin için hayırlı rüya görmez; ölünüze ağlamaz. Menfaatinin bittiği yerde sizi bırakır. Tarih bize şöyle sesleniyor: Ya bir olacaksınız ya yok olacaksınız.”
YORUMLAR