Miladi 586 yılında yani Peygamberimizin gençlik döneminde Fransa’da Hıristiyan din adamlarının öncülüğünde bir toplantı düzenlenir. Bu toplantıda konu kadındır, kadının insan olup olmadığıdır. Sonuç: Kadının, erkeğe hizmet için yaratılmış bir varlık olduğu kararlaştırılır.
Yine bu dönemde:
“Yahudi erkekler: ‘Kadın yaratılmamış olduğu için her sabah tanrıya şükrederdi!’ Uygarlığın beşiği sayılan Eski Yunan’da kadın kötülüklerin kaynağı kabul edilirdi.”
Cahiliye Arapları da kadına hiçbir hak tanımaz, özgürlük vermez, mirastan pay ayırmaz ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kuran, bu zulmün hesabının sorulacağını anlatarak diyor ki:
“İnleye inleye toprağa gömülen kız çocuğu, hangi günahtan öldürüldü? Diye sorulunca…” (Tekvir 81/8–9) Ne cevap verecek vahşi insan Rabb’ına acaba?
Miladi 12. asırda dahi Moğol İmparatorluğunun Müslüman olduğu söylenen İmparatoru Hülagu, ölünce Moğol Gelenekleri gereği hanımları da öldürülerek onunla birlikte gömülmüşlerdir. Genç ve güzel kızların İlahlar adına kurban edilmesi, o karanlık çağın yaygın uygulamalarıydı.
Zamanın koşullarına göre uygulanan bu vahşet tablolarını görmeden, bilmeden İslam’ın kadına bakışını doğru anlayamayız.
İslam’ın aydınlık nuru, dünyayı kaplayan karanlığa son verdiği, İslam’ın evrensel gerçekleri insanlıkla buluşmaya başladığı o aydınlık devirde ilk defa İslam ve Kuran kadını insan yerine koymuş, onu muhatap olarak taraf ilan etmiş, kadın ve erkeği birbirini tamamlayan bir bütünün parçaları, birbirinin dostları kabul etmiştir.
Kuran; “Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden birçok kadın ve erkek meydana getiren Rabb’ınıza karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun…” (Nisa 4/1) diyor. Bu ayet, kadınla erkeğin aynı özden yaratıldığını, yaratılışlarının ve sorumluluklarının eşit olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu nedenle; “Önce Âdem’in yaratıldığını, Âdem’in kaburga kemiğinden de eşinin halk edildiğini anlatan görüşlerin, Kuran’la örtüşmesi mümkün değildir.” Ancak kadın ve erkeğin biyolojik farklılıklarını görmezlikten gelerek erkeğe çocuk doğurtmaya kalkmak da bilgi ve akıldan uzaklaşmak demektir.
Kuran devam ediyor:
“Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp, aranızda sevgi ve merhamet oluşturması da Allah’ın varlığının delillerindendir…” (Rum 30/21)
Kuran’ın bu nefis üslubu eşlerin, kadın ve erkeğin birbirlerine sevgiyle, merhametle kaynaşmak için yaklaşmaları gerektiğini ifade etmektedir. Kuran’ın bu açık beyanlarına rağmen kadın ve erkek ilişkilerinin ateş ve baruta benzetilerek çarpıtılmaya çalışılması da oldukça enteresandır.
“Ateşle barut birbirine tahammülü olmayan,…, bir araya geldiğinde patlama ve yıkım meydana getiren iki yapıdır. Bu iki yapıyı ayrı ve birbirinden uzak tutmak gerekir.
Bu durum ise İslam’ın bahsettiği kadın ve erkek anlayışına zıttır. İslam’da kadın ve erkek birbirini yakacak ve yıkacak dolayısıyla birbirinden ayrı tutulması gereken iki varlık değil, birbirini olgunlaştıracak iki varlıktır.”
Bu bakımdan kadın ve erkeği birbirinden uzaklaştıran yanlış düşüncelerin Kuran’dan, Hz. Peygamber’den onay olması elbette düşünülemez. Bu anlayış, kadının cinselliğini öne çıkararak istismar etmek anlamına da gelmemelidir.
Kuran-ı Kerim’de Nisa Suresi, yani ‘Kadınlar Suresi’nin yer alması, “Mücadile” adı verilen bir başka sureyle de; haklarını korumak için mücadele eden, erkeklere karşı hukukunu arayan kadının bu tavrı övülmekte ve Yüce Yaratıcının kadının hukukundan yana tavır aldığı anlatılmaktadır. Yine Kuran’da bir kadın olan Sebe Melikesi Belkıs ve adalete dayanan uygulamaları iyilikle anlatılmaktadır.
Bütün bunlar Kuran’ın kadına bakışını gözler önüne seren önemli tespitlerdir. Bu Allah’ın kadına bakışıdır.
Kutlu Allah elçisi de;
“Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Tanrı emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal ediniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır…” diyerek kadını yüceltmiştir.
Hz. Peygambere ilk inananın bir kadın olan Hz. Hatice olduğu, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kutlu soyunun kızı Hz. Fatma ile devam ettiği bilinmektedir.
Kadın ve kızlarla ilgili Hz. Peygamberin bazı sözlerini hatırlayalım:
“Kadınlara sevgi Allah Elçilerinin ahlâklarındandır.”
“Kız ne güzel evlattır.”
“Çocuklarınızın en hayırlısı kız evlatlarınızdır.”
“Cennet ehl-inin çoğunluğu haksızlığa uğramış kadınlardır.”
Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen bir topluma bu sözlerle seslenmek son derece önemlidir.
Hz. Peygamber’in sevgili eşi, Hz. Ebu Bekir’in kızı Hz. Aişe, Cemel savaşında, içinde önemli sahabelerin de bulunduğu bir orduya komutanlık yapmıştır. Bir başka hanım, Halife Ömer’e karşı mescidde tartışmaya katılarak kadınların haklarını savunduğu, Hz. Ömer’in de kadını haklı bulduğu kaynaklarda yer almaktadır.
İslam’da kadın bu kadar yüce ve bu kadar önemlidir.
Sonra…
Sonra Fıkıh erkekleşti. Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun dediği gibi İslam erkek hegomanyasına geçti. Kadının adını ana olarak, bacı olarak, kız evladı olarak, canan olarak insanlık ufkuna yazan anlayış, yerini kadını dışlayan, hor gören, fitne kabul eden anlayışa bıraktı.
Kutlu Nebi:”Dünyada üç şeyi sevdim; Güzel koku, Kadınlar ve gözümün nuru namaz.”demişti. Bu soylu anlayış yozlaşan tasavvufla, “Bir kadının kokusunu duymaktansa, bir cesedin kokusuyla burun deliklerimin dolmasını tercih ederim” felsefesine dönüşecekti.
Abdullah İbn Ömer:”Peygamberimiz hayatta iken, biz kadınlara söz söylemek ve istediğimiz gibi davranmaktan hakkımızda vahiy iner diye çekinirdik. O vefat edince istediğimiz gibi davrandık.” demektedir.
Yani Peygamber vefat etmiş ve kadın korumasız kalmıştır.
“Kadın konusunda İslam’ın hedeflediği iyileştirme isteği törelere yenik düştü, erkekler günaha düşmemek için kadını ortalıktan kaldırmayı, sosyal hayattan çekmeyi, dört duvar arasına hapsetmeyi yeğlediler; öyle ki onun mescide gitmesinin caiz olup olamayacağını bile tartıştılar… Hem İslam’a hem fıtrata aykırı olan bu tutum… Dine mâl edildi, fatura İslam’a kesildi.
Kadın korumasız kalmıştı ya… Yirminci asrın filozofları bile kadınlara saldırdılar.
Nietzsche “ Kadına gideceğin zaman kamçını yanına al, şeytan ve zalim despot onda gizlidir.” diyor, Tevfik Fikret de Nietzsche’den geri kalmıyor denizi kadına benzeterek;” Deniz kadın gibidir. Hiç inanmak olmaz ha!” diyerek kadına güvenilmeyeceğini söylüyordu.
Bu olumsuzluklar beklenen tepkiyi verdi…
Kadını yok sayan erkeğe karşılık, kadına sınırsız özgürlük veren, kadını erkekten koparan ve erkeğin karşısına diken bir akım doğdu: Feminizm… Artık kadın erkeğe güvenmiyor, erkekle çatışmanın yollarını arıyordu. Bir bütünün iki parçası ayrılmıştı.
“Fransız Emile Armand (Emil Armınd), evliliğin uzun vadede bir fuhuş, fuhşun ise kısa vadeli bir evlilik olduğunu savunarak, evlilikle fuhşun arasında hiçbir fark olmadığını iddia ediyordu.”
Bu kadına indirilen en son ve en büyük darbeydi. Sadece kadına mı? Bu anlayış kutsal evlilik kurumuna, sıcak aile yuvasına, nikâh müessesine, kutlu insan nesline vurulan bir darbeydi.
Bu öldürücü darbe tinercilerin, kapkaççıların, çocuk canilerinin, anasız yavruların, uyuşturucu kurbanlarının, sevgisiz bir neslin, gözü yaşlı bir toplumun dramına dönüşüyordu. Bu drama en büyük tepki yine Batı’dan, kiliselerden gelecek ve mücadele yolları aranacaktı.
Ama Basra harap olmuştu.
Yeniden düşünmek zorundayız…
Ne kadını yok sayarak dışlamaya, ne de onu tabulaştırarak, çağdaşlaştırma adıyla onun vücudunu ve cinselliğini öne çıkararak sömürmeye hakkımız vardır. Mutlu bir dünya istiyorsak kadının üzerinden elimizi çekmek zorundayız…
Onu layık olduğu yere, Kuran’ın hedeflediği, Kutlu Nebi’nin onayladığı yere, kadını ana makamına, bacı mevkiine, evlat yerine, canan konumuna erkeğin yanına, eşit sorumluluklar vererek yeniden getirmez zorundayız.
Ne diyor şair:
“Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer”
Gelin kadınları sefaletten kurtararak beşeri yükseltelim
Cumanız mübarek olsun…
YORUMLAR