Yirmi yedi yıl öğretmenliğin ardından emekli olmaya karar verdiğimde, beynimde hep hayallerimi gerçekleştirme umudum vardı.
Şehrin stresinden, gürültüsünden, siyasetin yorgunluğundan, çıkar ilişkilerinin riyakârlığından uzaklaşıp şöyle dağ başında küçük bir kulübe, birkaç dönüm toprak sahibi olup doğayla barışık bir huzur iklimine sığınmayı istiyordum.
İnsan iradesinin elinden bir şey kurtulmuyor. Sonunda doğaca köyü yol kenarında, sabah güneşini direkt alan, havadar, sırtı meşe ormanına dayalı on dönümlük bir yer bulduk. Beraber emekli olduğumuz, meslektaşım Ali Kuru ile ortaklaşa kolları sıvadık önce tel örgüler tamir edildi. Toprak sürüldü, tırmıklandı. Kasım ve aralık ayında sert poyraza, yağmurlara rağmen arkadaşlarımızla fidanları diktik. O soğuk kış günlerinde sığınabileceğimiz tahta ve naylonlarla çevrili bir asma çardağımız vardı. Önüne yakılan ateşte çay demlenir, yemek (en çok menemen ve ızgara) pişerdi. Arada dumandan gözlerimiz yaşarırdı. Fabrikadan emekli İsmail Dinler’in (namı diğer Yahudi) bu çalışmalarda bizden fazla emeği vardı.
Artık bize burada küçükte olsa bir ev lazımdı. Yoksa kuzeyin sert ayazına dayanamayacaktık. Defalarca tartıştıktan sonra 30 m² lik bir ev planı oluşturduk kafamızda. Temelleri imeceyle kazdık. Taşları doldurduk, plakajı kendimiz attık. Başımızda sadece usta olarak tertip vardı. Tuğlaları örelim, çatıyı kapatalım, kapı pencereleri takalım derken mart ayı sonunda kaba inşaatı bitmiş başımızı sokacak küçük bir evimiz olmuştu.
Pencereler rahmetli Doletor Kemal’in evden çıkma, kapı ve mutfak tezgâhı Nahit Hoca’dan, fayanslar Rafet kardeşimden, yer karoları ise Hüseyin Yıldırım’ın desteği ile temin edildi. Bir anlamda artık malzemelerin geri dönüşümünü sağlıyorduk.
Belediye’den emekli Hüseyin Şahin ile fabrikadan emekli İbrahim kardeşimizin de bizlere çok büyük yardımları oldu.
Ve sonunda emekli öğretmen Cemal Cun’da aramıza katıldı. Onun sabırla toprakla oynaşması, her türlü sebze tohumlarını bulup ekmesini memnuniyetle izliyorduk.
Böylece Ali Hamza Çiftliği baharla birlikte şekillenmeye başladı. Kurallar kendiliğinden oluşuyordu. Kimse kimsenin işine karışmıyor ama her işte herkes birbirine yardımcı oluyordu. Yemek yapmak benim, bulaşık yıkamak Ali Kuzu’nun göreviydi. Fidanları kazmak ortak işimizdi. Gürümleri kesmek, temizlemek Ali Kuru’ya, fidanların bakımı, ilaçlanması bana aitti. Camal Hoca sadece sebze yetiştirme işine bakıyordu.
Soğan, sarımsak, marul, ıspanak, roka, tere, maydanoz tamamen doğal yetiştiriliyordu. Domates, biber ve patlıcanlarda öyle. Ama yediğimiz taze fasulyenin tadı hala damağımızdaydı. Tabi birde nohudun. Kabak ve salatalıklardan istediğimiz verimi alamamıştık ama olsun. Fidanlar çok neşeliydi. Bizlerde sağlıklı, huzurlu ve mutluyduk.
Kahvelerden, dedikodulardan, emeklilik sendromundan kurtulmuştuk. Kendiliğinden oluşan “Emekliler Kulübü” yaşlılıkta bile çalışmanın ve üretmenin, doğayla baş başa yaşamanın farklı tadını paylaştırıyordu bizlere.
Baharın en güzel günlerini yaşadığımız bu günlerde fidanların çiçekten meyveye dönüşümünü izlerken yorgunluğumuzun üzerine bir tatlı huzurla dönüyorduk akşamları evimize.
YORUMLAR