Hayat kardeşliği farklıdır.
Benim beş kardeşimin dışında bir de hayat kardeşim var.
O’nda hayat kardeşliğini hissetmeme neden olan ne mesleği ne makamı… Gönül zenginliğini cömertçe paylaşmasının dışında aykırı kişiliği…
Gökçeada’ya gittiğinden beri hep bir eksiklik hissi duydum içimde…
Kardeşim de adanın Çan’a dönüşlerini sevdiğinden olsa gerek her Cuma akşamı daha Çanakkale’ye iner inmez telefon eder “Abi, Çanakkale’deyim, geliyorum, nerdesin?” diye muhakkak arar.
Geçen hafta ısrarlı davetlerinin sonuncusunu kıramadım ve Gökçeada’ya yola çıktık.
Yeşilin ve mavinin özgür tonlarına…
Acının ve mutluluğun birbirine karışmış derin izlerinin ortaya çıkardığı mekânlara…
Denizin dört bir tarafını çevirdiği mahpusluk duygusundan hürriyet yaratma iradesini alın çizgilerinde taşıyan insanların sohbetlerine…
Suskun gün batımlarında canlanan hayallere…
“Bizim garibanlığımız,
Ulaşılmazlığımız…
Ulaşamadığımız gönle
Tövbe gerek…”
Gemiyle tarihe şahitlik etmeyi sürdüren boğazı geçip önce Eceabat’a, oradan binlerce şehidi selamlayarak Kabatepe limanına varıyoruz.
Artık o eski arabalı vapurlar yok. Son model gemiler gidip geliyor adaya…
Onca yangına rağmen yeşil bir seccade gibi şehitlerimizin üzerini örten ormanların arasından denizin o inanılmaz güzellikteki muhteşem görüntüsü nefesimi kesiyor.
“Deniz sıcak bir dost akşamüzerleri
Güneş
‘Elveda sevgilim’ derken
Dalga seslerine karışan
Martı çığlıkları
Ve sıcak bir çay…”
Hayat, zaman ve mekânın birbirine karışması hatıraların melankolisiyle…
Kuzu Limanı gelişmiş, büyümüş… Semadirek Adası’nın zirveleri bembeyaz kar… Gökçeada’nın o gizemli havası daha karaya ayak basmadan hissettiriyor kendini…
Gökçeada Anadolu Öğretmen Lisesi lojmanlarına indiğimde belki yüzlerce öğretmen arkadaşımdan dinlediğim o yatılı okul hikâyeleri geliyor gözümün önüne.
İnsanlar fani, gelip geçiyor, mekanlarda izler bırakarak…
O okul bahçesi anne, baba, kardeş, arkadaş özlemiyle yoğrularak pişen yüzlerce öğrenciyle yine dolu…
Çoğu hayattan ayrılıp hayat mücadelesinin sorumluluğu içinde savrulup, olgunlaştıktan sonra… Özlem ve acılardan arındıkça… Deniz, ada ve bu okul çağıracak onları… Her gidişin bir dönüşü olduğunu anlatırcasına… Şiir tadı ve hazzıyla…
“Yalnızlığıma hoş geldin sevdiğim
Hoş geldin
Kaç geceler var ki, hep böyle
Yapayalnız düşlerindeyim…”
Ne güzel bir tesadüf…
Rum kardeşlerimizin bayramlarına denk geldim. Kiliseler ışıl ışıl… Hele o nüfusu her geçen gün azaları, terk edilmiş izlenimi veren köyler birdenbire canlanmış, evlerde ışıklar alabildiğine yanıyor. Adanın evlatları baba ocaklarına dönmüş… Farklılığın zenginliğini taşımışlar yurtlarına…
Yıllar önce adaya ilk geldiğimde Zeytinli’de yaşlı bir Rum kadıyla sohbet etmiştim. “Ah be yavrucuğum, çocuklarımız gidiyor, gidiyor ama dönmüyor… Yalnız öleceğiz” deyince içim sızlamıştı. Keşke o kadıncağız sağ olup da bu dönüşleri bayramda dahi olsa görebilseydi.
O akşam iki güzel insanla tanıştım.
Osman Hoca ve Cengiz…
Osman Hoca emekli öğretmen. Bembeyaz olmuş saç ve sakalıyla yüzünde hayat güzelliği olan biri… Bilgi, birikim, tecrübenin yanında sıcak sohbeti var ki tadına doyum olmuyor.
Cengiz ise lafını esirgemeyen, dobra, bizim eski mahalle abilerimizin bire bir kopyası, üstelik usta balıkçı ve en önemlisi tam bir gönül adamı…
Osman Hoca deyince Osman şiirim geldi aklıma.
“Kalabalıklardan kaçtık geldik buraya biliyorsun
Yalnızlaştıkça kalabalıklaştık farkında mısın?
Bizim yalnızlığımız kalabalık Osman
Yüreğimiz büyük
Dostluğumuz büyük
Sevdalarımız büyük
Kaldır kadehini be Osman / şerefe
Sabah ezanına kadar mola yok…
Adaya gelişimin ikinci günü sert poyraza rağmen balığa çıktık.
Adayı boydan boya katederek Uğurlu Limanına varıyoruz. Saklı limanın üzerinden geçerek dağ yolunu güçlükle aşarak bakir bir sahile iniyoruz. Deniz alabildiğine dalgalı ve hırçın… Cengiz oltaları hazırlıyor. Yem olarak kalamar var. “Ya nasip” diyerek kurşunsuz oltaları denizin bereketine sallıyoruz. Acemi şansı diyelim ilk balık benim oltama takılıyor. İri bir Karagöz… Akşamüzeri ustalar devreye giriyor. Olumsuz hava şartlarına rağmen kova balıkla doluyor. Avlanırken gün batımını seyrediyorum. Huzur yavaş yavaş içimi dolduruyor. Eve döndüğümüzde yorgunluktan bitap halde uykuya dalıyoruz.
Adanın her tarafı bir doğa harikası ama Kaleköy bir başka. Yalnız yeni liman o muhteşem manzarayı kapatmış. Sahilde çaylarımı içtikten sonra köyün içine gidiyoruz. Yakamoz Restaurantı’nın terasından o muhteşem ada fotoğrafını izliyoruz. Kaleköy’de evler aslına uygun restore edilmeye devam ediliyor. Mustafa’nın Kayfesi’ne uğruyoruz. Eski kilisenin yanında sardunyayla kaplı bahçenin içinde yudumluyoruz çaylarımızı. Adanın nostaljisini yaşatan en güzel mekânlarından birisi.
Akşam Cengiz, Nihat Kardeşimle birlikte Asmalı Konak’ta yemeğe davet ediyor. Yakaladığımız balıkları temizlemiş… Zeytinyağlı nefis bir marul salatası ve kalamarla ilk kadehlerimizi kaldırıyoruz. Bir saat sonra balıklarımız geliyor. O kadar ustalıkla pişirilmiş ki lezzeti hala damağımda duruyor.
Üniversiteye derse gelen öğretim görevlisi bir arkadaşı davet ediyor Cengiz. Bizim Şerbetli Köyü’ndenmiş. Ardından Eşeklik Köyü’nden bir arkadaş geliyor masamıza. Ardından Osman Hoca ve Rıfat Kaptan geliyor. Muhabbetin zirvelerine tırmanıyoruz.
“Gidiyorum kaptan
Gönül yorgunluğum var
Beni hayat cehenneminin öbür yakasına bırak
Açıl kaptan gönlünün denizine
Sana verecek
Sadece muhabbetim var.”
Kaptan açık denizlerde geçirmiş ömrünü. İki yüz kırk iki ülke toprağına ayak basmış. Tam yedi dil biliyor. Tam bir rafine kişilik... Geçmişten bugüne sohbetin konusu tabi ki ada. Adanın doğası, denizi, mekânlarının ötesinde insanları da ilginç. Bu coğrafyanın hem güzelliklerinde hem çelişkilerinde demlenmiş ada onları da kendi özellikleriyle biçimlendirmiş. Dost, sıcakkanlı, sohbetkâr…
Hayat kardeşim Nihat’ın davetine uyup iyi ki gelmişim adaya.
Bu doğada nefeslenip, bu mekanları görmek, bu insanların muhabbetini dinledikten sonra “Ah bu garip yalnızlığımız” sözünü unutup, “Gönlümüzün yakın köşesi” diyorum Gökçeada için.
Şimdilik Allah’a ısmarladık…
27.04.2011
Gökçeada
YORUMLAR