Günlük hayatın akışına kendimizi kaptırıp gidiyoruz. Küçük ayrıntıların, mutlulukların, acıların, umutların veya umutsuzlukların, heyecanların önemini elbette önemsiyorum ama ufuksuzluk derecesinde günlük hayatın kıskacına mahkum olma yanlışının da altını çizmek istiyorum. Ya kişilerin tavır, davranış veya söylemlerinin büyüsüne veya öfkesine kapılarak tepki veriyoruz ya da olayların getirdiği karmaşık tartışmaların içinde kendimize objektif olmayan hedefler seçerek sempati ve antipatilerimizi tatmin yolunu deniyoruz. Aklın yerini ölçüsüz öfke veya coşku seli alıyor.Fırtınaların ortasındaki savruluşlara kapılan yaprakların çaresizliğini oynuyoruz. Payımıza figüranlık düşüyor. İşin kötü yanı bize biçilen figüranlıkla bile mutlu oluyoruz.
Gazete sütunlarındaki iri puntolar, çarpıcı fotoğraflar, hazırlanmış, ısmarlama yorumlar…Televizyonların çoğalan, çoğaldıkça sıradanlaşan, aynileşen ekranlarından günün yirmi dört saati yapılan ses ve görüntü bombardımanları…Beyin esaretine boyun eğişe göre dağıtılan etiketler, makamlar, tüketim imkanları… Ehlileştirilmeye çalışılan, tepkisiz,ufuksuz; anlamayan, sorgulamayan, yorumlamayan, özgürlükleri iğdiş edilmeye çalışılan, toplumsal kuşatma mekanizması arasına sıkışmış, sıkıştırılmış kitleler… İçi boşaltılan, bulanıklaştırılan, anlamsızlaştırılan kavramlar… Sunulan, avunabileceğimiz küçük oyuncaklar; otomobiller, dev beton konutlar, kredi kartları, bilgisayarlar, cep telefonları, güneşsiz sera ürünlerinin binbir çeşidi, görüntünün dayanılmaz çekiciliğine sığdırılmış, ruhu boşaltılmış, şiiri çalınmış aşklar, ezberlenmiş beden çöllüğü… Sinema filmi hızınca değiştirilen günden takipsizliği…
Kişilerin ve olayların peşinden sürükleniyoruz. Düşünceler, idealler ve inançlar zorunlu izne tabi kılınmış. Kişiliğimizi kuşatan duvarlardan ufku göremiyoruz. Ufuk yok… İşin kötüsü yani bir ufuk arama gibi gayretimiz de yok. Beynimizin ve duygularımızın özgürlüğüne dair arayışımız da inançlarımızın acılarına sahip çıkma geleneğimiz de çürütülmüş. Sunulan yokluğun kabuklarını kemirmekle meşgulüz…
Ve bir ressam, tuvaline, gökyüzüne kaldırdığı bakışlarının yakaladığı rengi aktarıyor; siyah, sadece koyu bir siyah… Görünmeyen, ama hissedilen bir gök gürültüsü, yağmur serinliği, dudakları arasında gayri ihtiyari çıkıveren bir “offf”… Unuttuğu yürek sızının kıpırdanışları… Yuvarlandığı dipsiz boşlukta tutunacak bir el ihtiyacı… Fırçasında kurumaya yüz tutmuş siyahın tonları… Yerlerde sere serpe gazete sayfaları ve televizyon ekranında haberler… Perdeleri sıkı sıkıya kapatılmış odaya akşam uzaklığı…
Ufuk yok, uykunun karanlık düşlerine hoş geldiniz…
YORUMLAR