Yıl 1934, Haziran’ın 25’iydi. Mustafa Kemal Atatürk, İran Şahı Rıza Pehlevi’yi Boğaz’ın Birinci Dünya Savaşı’ndaki müdafaasını detaylarıyla anlatmak üzere Çanakkale’ye götürdü. İran ordusunun başında bulunan Orgeneral Emanullah Cihanbani; “Biz modern Türk Ordusu’nun merkezi sıkletini asıl şimdi görüyoruz,” dedi. Mustafa Kemal Atatürk ve Şah Rıza Pehlevi, birlikte Çanakkale’nin Yenice ilçesine bağlı olan Mavruz köyüne geldiler. Köy halkı çok heyecanlıydı, sadece topraklarını düşmanların hain ellerinden kurtarıp tüm dünyaya Türk’ün gücünü göstererek milletin kalbinde taht kuran Ulu Önderi değil, aynı zamanda İran Şahı’nı da köylerinde ağırlamanın büyük gururu içindeydi. Mustafa Kemal Atatürk, İran Şahı Rıza Pehlevi’ye askeri zaferleri ekonomik zaferlerle nasıl taçlandırdıklarını anlattıktan sonra bir jest yaparak köyün adını Farsça “yeni gün” anlamına gelen Nevruz olarak değiştirdi. İki büyük liderin etrafını saran heyecanlı köy halkının arasında tüm bunlara şahit olan altı yaşında, küçük bir çocuk vardı.
Yaklaşık 25 yıl sonra, askeri zaferleri Atatürk’ün o gün söylediği gibi ekonomik zaferlerle taçlandıracak olan bu çocuğun adı, İbrahim Bodur’du. Küllerinden yeniden doğmuş Anadolu’da, Kurtuluş Savaşı sırasında destan yazan bir milletin bağrında, düşmanın girmediği köyü, eziyet etmediği halkı kalmayan Çanakkale’de, yeni kurulmuş genç ve idealist bir Türkiye’de dünyaya gelmiş; üstelik tarihte iz bırakan iki büyük lideri gözleriyle görme şansına erişmişti. Yaralarını sarmaya, tekrar ayağa kalkmaya ve ülkeyi kalkındırmak için kolları sıvamaya başlamış olan bu millet büyük hedefleri olan Cumhurbaşkanlarının önderliğinde ne pahasına olursa olsun gerekeni yapmaya, çalışıp üretmeye ve yoktan var etmeye hazırdı. İmkânsızlıklar onları yıldıramazdı. O yıllarda ülkeyi kalkındırma mücadelesi çoktan başlamıştı. Sanayileşmeye gidiliyor, fabrikalar kuruluyordu.
Küçük İbrahim, tüm bunlara şahit olarak büyüyordu. İlkokul üçüncü sınıfa kadar Yenice ilçesindeki okula eşek sırtında gidip geliyordu. Dördüncü sınıfa geçtiğinde, Çanakkale ve Balıkesir bölgesinin önemli tütün tüccarlarından ve saygın isimlerinden biri olan babası Hasan Bodur ona bir bisiklet aldı. Derslerinde çok başarılıydı. Ortaokulu Balıkesir Lisesi’nde, liseyi de Amerikan Robert Kolej’de yatılı olarak okudu. Lise yıllarında kafasına taktığı bir konuyu netleştirmek için durmadan okuyan, araştıran ve asla pes etmeyen bir öğrenciydi. Arkadaşları arasında ciddi ve çalışkan biri olarak bilinirdi. Öyle ki, oğlu Rahmi’yi okula kaydettirmek için gelen iş adamı Vehbi Koç’un bile dikkatini çekmişti. Ekonomi bölümünden mezun olduktan sonra yüksek lisansını yapmak için iş idaresi dersleri aldığı ABD’de eğitim hayatını tamamlayarak 1951’de ülkesine döndü. Lisedeyken tanışıp gönlünü verdiği Sevim Eğinlioğlu’yla evlendi.
Aynı yılın sonunda, babası ve kayınpederiyle ortak olarak İstanbul, Edirnekapı’da Bodur-Eğinlioğlu Pamuk İpliği Fabrikası’nı kurup sanayiciliğe ilk adımını atmış oldu. 1952 yılında İstanbul Sanayi Odası’nın (İSO) kuruluş faaliyetlerine iştirak etti. Ancak hayalindeki iş bu değildi, mutlu olduğu söylenemezdi. O, tek başına bir iş kurmak, fayans ithal edip satmak istiyordu. Daha iyi kalitede ürünü daha ucuza mal edebileceğini anlayınca, seramik sanayiini Türkiye’ye getirmeye, bu alanda ilk adımı atmaya karar verdi. Bunu gerçekleştirebilmek için iki şeye ihtiyacı vardı: kaliteli hammadde ve enerji. Memleketi Çan’da gerekli hammadde vardı ve kömür madenleri bulunuyordu, dolayısıyla enerji ihtiyacını karşılamaya yetecekti. Civar halk da onu yakinen tanıyor, biliyordu. Bu, onun için adeta bulunmaz bir nimetti. Bu sebeple, fabrikayı Çan’da kurmaya karar vererek büyük bir heyecanla işe koyuldu.
“Bir ülkenin sanayileşmeden, bir değer yaratmadan, üretmeden sadece tüketmekle kalkınması mümkün değildir.” – Dr. H. İbrahim Bodur
Çan o yıllarda küçük ve yoksul bir köydü adeta. Acaba İbrahim Bodur fabrikayı memleketinde kurabilir miydi? Bunun için yabancı mühendislere başvurarak hammadde analizleri yaptırdı. Bu çalışmalar esnasında mühendislerle birlikte yemek yemeye gittikleri Kasap Ali Osman Efendi’nin lokantasında hiç beklemediği ilk engelle karşılaştı.
Ali Osman Efendi, “Bu gâvurlar tabak çanak yapcek mi?” diye sordu.
Misafirlerinin yanına gidip soran İbrahim Bodur mühendislerden, “Biliyorsunuz, öyle bir şey yok, fayans yapılacak,” cevabını alınca lokantanın sahibine dönerek, “Şimdi yapmayacaklarmış, Ali Osman Efendi,” dedi.
Bunu duyan Ali Osman Efendi bir anda hiddetlenerek, “Ölseniz, yemek-memek yok size, haydi çıkın,” diyerek önlerindeki tabakları toplayıp herkesi kovaladı. İbrahim Bodur’un yapma, etme demesine rağmen, “Yok, tabak çanak yapmayacak fabrikayı ben ne yapayım,” diyerek çıkıp gitmelerini söyledi.
Yapılan analizler, seramik yapımında gerekli olan yüksek kalitedeki hammaddenin varlığını müjdeliyordu. Ancak İbrahim Bodur’un önündeki ikinci büyük engeli de aşması gerekiyordu.
Bir fabrikanın kurulacağı bölgede nüfusun 1000 kişinin üzerinde olması şartı vardı. Ancak Çan’ın o yıllardaki nüfusu ancak 850-950 arasıydı. İbrahim Bodur’un aklına dâhiyane bir fikir geldi. Çan’da her pazartesi günü pazar kurulurdu ve civar köylerden, ilçelerden hem alışveriş yapmaya, hem de tarlasındaki, bahçesindeki ürünü satmaya gelen yaklaşık 100-150 kişi olurdu. İbrahim Bodur sayımı pazartesi günü yaptırarak 1050 civarı bir nüfus rakamına ulaşınca beklediği onayı aldı.
Fabrikayı kurmak için 750.000 lira sermaye gerekiyordu. Kişisel birikimi, bu paranın ancak üçte birini karşılıyordu. Üçte birini Sinai Kalkınma bankasından aldı ve geriye kalan üçte biri de kapı kapı dolaşıp fabrika hissesi karşılığı halktan topladı. Böylece ailesiyle yakın çevresinin de dahil olduğu, Türkiye’nin 750 ortaklı ilk halka açık şirketini kurdu.
1957 yılında ilk seramik karo fabrikalarının temelini atarken aslında Tuzla’da yedek subay olarak askerliğini yapıyordu. Hafta içi bölüğünde oluyor, hafta sonlarında fabrikanın inşaatıyla ilgileniyordu. Temel atma töreninde ilk harcı dönemin Başbakanı Adnan Menderes attı. Bu fabrika, Anadolu’ya giden ilk tesisti. Üretim yapmak için gereken makineler Çekoslavakya’dan getirtildi. Bölge halkı yükselen bacaların fabrika olacağına bir türlü inanamıyordu. Kale Porselen’in eski genel müdürü Ali Coşkun’a, namıdiğer Dinamocu Ali’ye İstanbul’dan hediye gelen bisikleti Karadağlı kahvesinde mesele yapmışlar, “İbrahim burayı eyice batırmaya karar verdi herhalde, Dinamocu Ali Efendi eyi oğlan emme velespit almışlar, batcek bu fabrika,” demekten geri durmamışlardı.
Yokluklarla kurulmuş bir fabrikaydı. Ne yol vardı ne de teknolojik alet-edevat. Telefon bile yoktu. Bir gün inşaata iki kişi geldi. Hasan Usta ile Dursun Usta. Birinin elinde bir keser, diğerinin elinde de bir testere vardı, başka da bir şeyleri yoktu. İbrahim Bodur’a, “Burada böyle bir iş varmış diye duyup geldik, yaparız bu işi,” dediler. İbrahim Bodur onlara neyi hangi şartlarda yapacaklarını sorduğunda, “6000 liraya biz gerekeni yaparız,” dediler. İbrahim Bodur tekliflerini kabul edip onlara istedikleri 6000 lirayı verdi. İşlerini bitirdiler, harcadıkları 2000 liradan sonra ellerinde kalan 4000 lirayı İbrahim Bodur’a vererek adam başı 2000’er lirayla fabrikaya ortak oldular. Bu, halkın ona ne kadar inandığını ortaya koyan ilginç bir hikâyedir.
Çanakkale Seramik Fabrikası 1950’lerin sonlarında fayans ve izolatör imalatıyla faaliyete geçti. Fayansın tanesi 108 kuruştan satılmaya başlandı. İlk bilanço çıktığında İbrahim Bodur, şimdi Kale Grubu’nun Hukuk Danışmanı olan Baki Toksal’a, “Çok kazanmışız, biz pahalı satıyoruz galiba. Biz tek tabancayız, bu sebeple buna hakkımız yok,” diyerek fayansın birim fiyatını 8o’li rakamlara indirdi.
1960 yılının 27 Mayıs günü ihtilal sebebiyle ordu fabrikanın tüm hesaplarına el koydu. Çok zor durumda kalan fabrika, kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. İşçilerle yapılan o hüzünlü toplantıda, işçiler altı ay, gerekirse bir sene para almadan çalışmaya gönüllü olduklarını, yeter ki kapıya kilit vurmamalarını söylediler. Çok duygulanan İbrahim Bodur, altı ay boyunca para almayan işçilerle birlikte gece-gündüz çalıştı, onların yanından ayrılmadı. Yöneticisinden işçisine kadar büyük bir dayanışma örneği sergileyen kuruluş, o zor dönemi atlatmayı başardı.
1962 yılında sanayi ürünleri ihracatına başladı. Seramik, yapı ürünleri, yapı kimyasalları, savunma ve havacılık, makine ve kalıp, enerji, madencilik, nakliye ve bilişim gibi birçok sektörde faaliyet gösteren bugünün Kale Grubu’nu oluşturdu. Siemens, Roca, General Electric, Pratt&Whitney gibi yabancı ortaklıklar kurdu.
İbrahim Bodur ve kıymetli eşi Sevim Bodur, altmışlı yılların ortalarında kızları Zeynep’i kucaklarına aldılar. Zeynep Bodur Okyay, kendi deyimiyle, işin içine doğmuş ve dolayısıyla işle birlikte büyümüştü. Babasının ne kadar çok çalıştığına bizzat şahit oluyor, onu kendine örnek alıyordu. Babası gibi o da eğitim hayatında çok başarılı bir öğrenciydi. Eğitimini tamamladıktan sonra 1993 yılından itibaren Kale Şirketler Grubu’nda çeşitli görevler üstlendi.
İbrahim Bodur, Türkiye Sanayici ve İş Adamları Derneği’nin (TÜSİAD) ilk altı kurucusundan biri oldu. Türkiye Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi’nin (DEİK), Türkiye İktisadi Kalkınma Vakfı’nın (İKV) kuruluşlarında yer aldı. Türk-İtalyan İş Konseyi’ni kurarak uzun süre başkanlığını yürüttü. 2000 yılının başında İSO Meclisi, Onursal Üyesi ve Başkanı olarak onurlandırıldı. Ayrıca 21 yıl boyunca Oyak Genel Kurul Üyeliği’ni devam ettirdi.
İso Vakfı, Türk Kalp Vakfı, TEMA gibi önemli vakıfların kurulmasına hizmet etti, Kale Seramik vakfıyla da eğitim, sağlık ve sosyal alanlarda önemli yardımlar ve yatırımlar yaptı.
İlköğretim okulları, Anadolu liseleri, sağlık meslek lisesi, meslek liseleri, çıraklık eğitim merkezi ve öğrenci yurtları yaptırdı. On binlerce öğrenciye burs verip binlerce işsize meslek edindirdi.
Yani halktan kazandığını, yine halka dağıttı.
Kuruluşun 45. yıldönümünde Kale bayrağını kardeşi Süleyman Bodur, kızı Zeynep Bodur Okyay ve “oğlum ve damadım” dediği Osman Okyay’a devrettikten sonra Türk bayrağını eline alarak şöyle dedi:
“İşte bana bu şanlı bayrak kaldı. Her şey bu bayrak için. Bayrak olmasa, devlet olmasa bu tesislerin olması, insanlara aş ve iş getirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bana kalan bu şanlı ve şerefli bayrağı öperek, onların da yeni bayraklar ilave etmeleri temennisiyle Allah’a emanet ediyorum.”
***
Bu kıymetli insanı sizlere neden bu kadar uzun uzadıya anlattığımı belki merak etmişsinizdir. 23 Mayıs 2016’da aramızdan ayrılan Dr. (h.c.) İbrahim Bodur’u benim şahsen tanıma fırsatım hiç olmadı, ama onu tanımayan, bilmeyen kalmasın; başarı hikâyesi gençlere örnek olsun, ebeveynler de onu çocuklarına örnek gösterebilsin diye anlatıyorum. İbrahim Bodur’lar bu dünyaya çok sık gelmiyor, kolay yetişmiyor. Belki bir gencin içindeki ateşi körükler, belki kendine daha çok inanmasını ve güvenmesini sağlar, belki cesaret verir, kim bilir. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de dediği gibi; “İnsanlar 50 sene ayakta durmaz, çınarlar ayakta durur. İbrahim Bodur’u bir çınara benzetmemin nedeni budur.” Hayatının sonuna kadar işinin başında durmuş, ama bu arada kişiliğinden, geleneklerinden ve maneviyatından asla ödün vermemiş, mütevazı bir insandı. Örnek alınacak öyle çok yanı vardı ki.
“Maddeye ve maddiyata esir olmayınız. İtibarınız daima paranızdan çok olsun.” – Dr. H. İbrahim Bodur
Onun vefat ettiği sene ben aileye yeni girmiştim, o ve ailesi hakkında çok şey duyuyor ve bir gün tanışmayı arzu ediyordum. 24 Mayıs 2016’da Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazına katılmak, onu ancak o gün ziyarete gitmiş olmak beni gerçekten derinden üzdü, çok geç kaldığımı hissettim. Neler kaçırdığımın farkındaydım, aslında farkında olduğumu sanıyordum desem daha doğru olur.
Namazın ardından cenaze Eyüp Sultan Hazretleri’ne de götürüldükten sonra cenaze aracıyla birlikte konvoy halinde memleketine götürmek üzere yola çıkıldı. Biz de o araç konvoyundaydık. Gelibolu’dan feribota binip Lapseki’ye geçecektik. Konvoydaki araç sayısının aslında ne kadar çok olduğunu bizi bekleyen feribota girdikten sonra anlayabildim. Memleketinde düzenlenecek cenaze törenine katılmak isteyip de araçları olmayanlar için otobüsler tutulmuştu. Evet, tam bir feribot dolusu araç vardı gerçekten. Dolan gözlerle etrafıma bakındım. “Meğer,” dedim, “ne çok seveni varmış.” Göreceklerim bundan ibaret olmayacaktı, şaşırmaya devam edecek ve şahit olacağım her şeyle birlikte ona olan saygım bir kat daha artacaktı ama henüz neler yaşayacağımın farkında değildim.
Lapseki’ye yanaşan feribottan inip, Çanakkale’nin Çan ilçesine gitmek üzere konvoy halinde yola koyulduk. Çan’a girdiğimiz anda kocaman reklam tabelasındaki siyah-beyaz resmi karşıladı bizi. Bakışlarımı tabeladan yola çevirdiğimde, yolun iki tarafına dizilmiş halkın ellerindeki kırmızı karanfillerle gülleri cenaze aracına attıklarını gördüm. Konvoy yavaş yavaş fabrikaya doğru ilerlerken her bir aracın içine bakıyor, derin bir üzüntüyle selam verip buruk bir şekilde, “Hoş geldiniz,” diyorlardı. İşte o anda tuhaf bir duygu kapladı içimi. Daha önce böyle bir şeyi hiç deneyimlememiştim. Onların bize baktığı gibi, ben de onlara dikkatle baktım. Küçük çocuklar bile saygılı bir şekilde duruyordu, ne bir taşkınlık yapan vardı ne de ciddiyetsizce davranan. Herkes çok sevdiği bir yakınını kaybetmiş kadar üzgündü. Hayır, hiçbir yapmacıklık ya da gösteri mahiyetinde bir tavır yoktu. O yaşlı gözler o kadar samimi bakıyordu ki. İşte o zaman bir şeyi fark ettim. İbrahim Bodur sadece Zeynep Bodur Okyay’ın babası, küçük İbrahim’in dedesi değildi. O, tüm çalışanlarının babası, çocuklarının dedesiydi. O sadece girişimci ve çalışkan bir iş adamı değil, halka mâl olmuş bir şahsiyetti. O herkesin babasıydı, hamisiydi. Peki, ama bu nasıl oluyordu? Bu kadar insan nasıl olup da ona böylesine değer veriyordu? İşte onu da yakında öğrenecektim.
Fabrikaya girdiğimizde daha büyük bir kalabalık karşıladı bizi. Akşam saati olmuştu, pek fazla bir şey göremiyordum ama tesisin büyüklüğü aşikârdı. Ana binaya devasa bir bayrak asılmıştı, sanki İbrahim Bodur fabrikaya girenleri bizzat karşılıyordu. Arabadan inip ana binaya şöyle bir göz gezdirdikten sonra bakışlarım ister istemez tüm bunların mimarı olan kişiye, bayraktaki İbrahim Bodur’a odaklandı. Medyum değilim, altıncı hissimin de çok kuvvetli olduğu söylenemez ama o an onunla manen bir bağ kurduğuma yemin edebilirim. Gözleri çok şey anlattı bana. Öncelikle, “Hoş geldin, kızım,” dedi adeta. Benim de orada bulunduğumu biliyor olabileceği ihtimali aslında ürpertici bir histi ama yerini hemen samimi duygular aldı. Bana binaları gösterdi, her bir taşın tek tek nasıl konulduğuna, ne gibi zorlukların atlatıldığına varana kadar her şeyi bir çırpıda beynime sokuverdi sanki. Ama öğüt vermeyi de ihmal etmedi. Öyle öğütler ki, ancak anne-babanızdan ya da sizi düşünen, destek olan ve arkanızda olduğunu her fırsatta hissettiren birinden duyabileceğiniz türden. Kelimelerden oluşmayan bu öğütlerin her birinin hissiyatını bir şekilde kalbime, ruhuma, beynime işlemeyi bildi adeta. Eşim yanıma gelip, “İyi misin,” diye sorduğunda ancak o zaman dönebildim gerçekliğe. Gayri ihtiyari, “İyiyim, bir şey yok, biz konuştuk aramızda,” dediğimi ve eşimin de gözlerinin dolduğunu hatırlıyorum.
“Manevi değerler, örf ve gelenekler toplumun mayası, birliğin temel taşıdır.” – Dr. H. İbrahim Bodur
Ertesi gün fabrikada kılınan cenaze namazı gerçekten çok kalabalıktı. Sonrasında fabrikanın bahçesinde yöresel tatlar olan gödek (bir çeşit kızarmış hamur), keşkek, helva, meşhur Yenice dondurması ve çeşitli yiyecekler ikram edildi. İkram sayılı miktarda, gelecek kişi sayısına göre düşünülmemişti. Ganiydi, evet, bildiğiniz anlamda gani. Herkes istediği kadar yiyebilirdi. Kapılar tüm halka ardına kadar açıktı. Sahi, Çan’da o kadar insan yaşıyor muydu? Ama sonra sadece Türkiye’nin değil, dünyanın birçok yerinden gelenler olduğunu gördüm. O kalabalığın içinde kendimi çok yalnız hissettim. Gözleri ona değmemiş, onunla konuşmamış, herhangi bir şekilde bir bağı olmamış tek kişi bendim sanki. Onu o ana dek hiç tanımamış olsam da gözlemlediğim her bir detayla ona olan sevgim ve saygım bir kat daha artıyordu. Geride o kadar muazzam değerler, öylesine bir kültür bırakmıştı ki attığınız her adımla, aldığınız her nefesle, baktığınız her yerle içinize işliyor, size onu en doğru şekilde anlatıyordu. Anlıyordum ki ailesinin ölüm ilanında ölüm tarihini yazmayıp onun yerine sonsuzluk işaretini koymayı tercih edişi bundandı. Bu dünyayı terk eden sadece bedeniydi. Ancak geride bıraktıkları sonsuza dek yaşayacak ve onun varlığını her daim hissettirecekti.
Ancak geride kalanların işi hiç kolay olmayacaktı. Ama bunu söylerken kuruluşun yönetiminden, işlerin daha da büyütülmesinden bahsetmiyorum. Zeynep Bodur Okyay zaten uzun zaman önce kuruluşun yönetimini devraldığı için işini gayet iyi biliyordu. Ancak babasının değerlerinin ve onun oluşturduğu bu eşsiz kültürün devamlılığını sağlamak, aynı çizgide gitmek belki kolay olmayabilirdi, çünkü sonuçta her yiğidin yoğurt yiyişi farklıydı. Kendisiyle şahsen tanışma fırsatı bulduğum Zeynep Bodur Okyay’ın ve kuruluşta önemli işlere imza attığını bildiğim değerli eşi Osman Okyay’ın bu konuda da zorlanmayacakları aşikârdı.
“Her işin evvelinde, sonunda ve merkezinde insan vardır. İnsanları ve onlarla paylaşmayı seviniz.” – Dr. H. İbrahim Bodur
Merhum İbrahim Bodur’un cenazesi daha sonra Nevruz Köyü’nde büyüdüğü eve götürüldü. Nevruz köyünün girişinden evin olduğu noktaya kadar yol üzerine sağlı sollu stantlar kurulmuştu, yeni pişmiş sıcak gödekler, keşkekler, helvalar ve yemekler her geçene ikram ediliyordu. Elinizi boş gören herkes yemek yiyip yemediğinizi soruyor, size bir tabak hazırlayıp getirmeyi teklif ediyordu. Bu işlerden sorumlu olan görevli diyebileceğiniz kişilerin sayısı çok azdı, bütün işler daha ziyade imece usulüyle düzenli bir şekilde yürütülüyordu. Eşime dönüp ikramın ne kadar bol olduğunu söylediğimde, her yıl düzenlenen geleneksel Seramik Bayramı’nda da aynı şekilde olduğunu söyledi. Bugüne kadar seramik bayramına gitme şansım olmadı ama bildiğim kadarıyla panayır havasında geçen, herkesin davetli olduğu muhteşem bir kutlama. Evet, İbrahim Bodur’un icat ettiği bir bayram ve bana soracak olursanız çok anlamlı. Hangi patron, hangi CEO başarılarını ve büyümesini halkla birlikte kutluyor, her yıl böyle büyük bir organizasyona ev sahipliği yapıyor, yedirip içirip ağırlıyor, söyler misiniz bana?
Cenazenin evin kapısına getirilmesiyle birlikte büyük bahçede toplanıldı, dualar okundu, konuşmalar yapıldı. Bu arada söylememe gerek var mı bilmiyorum ama toplanan kalabalıktaki simalar her gidilen yerde olduğu gibi yine değişmişti. Köyün camisinde bir cenaze namazı daha kılınıp köy mezarlığına gidilerek Kur’an-ı Kerim okunduktan sonra defnedildi. Şimdi diyeceksiniz ki, neden bu kadar çok cenaze namazı kılındı? Aynı soruyu eşime ben de sordum. Eşim, İbrahim Bodur’un cenaze namazında bulunmak, onunla helalleşmek isteyen çok insan olduğunu, o kadar kişinin tek bir yere zaten sığamayacağını, özellikle de köyde yaşayan ve fabrikaya gelemeyecek durumda olan yaşlıların da ricasıyla böyle bir karar verilmiş olabileceğini söylediğinde çok mantıklı geldi. Doğrusu öyle midir, bilmiyorum ama sonuç olarak onu yakından tanıyan herkes cenaze namazında bulunma, onu son bir defa daha görüp helalleşme fırsatı buldu.
Eşine az rastlanır bir bonkörlük ve alçak gönüllülük… İşte tam olarak hissettiklerim bunlardı. Belki abarttığımı düşünüyor olabilirsiniz. O halde gelin, onu bir de İtalyan iş adamlarının ağzından dinleyelim:
Mr. Ligabue: İtalyanca’da “güzel insan” diye bahsedilen, yaptığı işten istediği ödülü elde edip hedeflediği sonuca ulaşmış, parayı hiçbir şekilde şahsi kullanım değil, şirket başarısının bir aracı olarak gören bir insandan bahsediyoruz. Bay Bodur Türkiye’de halkın temsilcisidir, bu sebeple Bay Bodur’dan bahsetmek, Türkiye’den bahsetmek demektir.
Mr. Cicognani: İbrahim Bodur’la ilişki kurmanın en güzel yanlarından biri, onun iş adamlığından çok insanlığıdır. Eminim ki bu piyasada bir iş adamı olarak bu insanın önemiyle değerini benden daha iyi ifade edebilecek kişiler vardır. Ancak ben diyebilirim ki benim bu insanda en çok sevdiğim şey, onun en yalın, en saf haliyle doğru, dürüst, aydın ve verici bir insan olabilmesidir. Onun bu bonkörlüğü iyi tanınan iş adamları arasında bile çok zor bulunan bir özelliktir.
Kuruluşun 50. yılında Zeynep Bodur Okyay ve Osman Okyay’ın İbrahim adını verdikleri oğulları dünyaya geldi. Küçük İbrahim Bodur Okyay annesi gibi işin içine doğdu ve aynı değerlerle işin içinde büyüyor. İleride Kale bayrağını annesi ve babasından hakkıyla devralacağına, başarı çizgisini devam ettireceğine, Dr. H. İbrahim Bodur’un değerlerini yaşatacağına hiç şüphe yok.
“Gözünüzle görebildiğiniz ufuk içerisinde kendinizi kaybetmeyin. Başarılı olmak için o ufukları kendi inancınız, azminiz ve gayretiniz içinde kaybedin.” – Dr. H. İbrahim Bodur
Kuruluş bugün 25 şirkete ve 8000 istihdama sahip. Çan ilçesinde şimdiye dek emekli olanların sayısı 21.000, artık dördüncü nesil işçiler çalışıyor. Çan bir zamanlar ancak 1000 nüfusluyken bugün 25.000 nüfusa ulaşmış, işsizlik oranı %1’in altında olan örnek bir ilçe. Benim çocukluğumda bir reklam sloganı vardı, eminim aranızda hatırlayanlar vardır: “Kalebodur, seramik budur.” Bu o kadar etkili bir reklam sloganı olmuş, öyle geniş kitleler tarafından benimsenmişti ki şirketin adı adeta markanın önüne geçerek ürünün ismi haline gelmişti. Seramik bu mudur? Evet, budur. Kuruluş kalite anlayışından hiçbir zaman ödün vermedi ve şu anda dünya markaları arasında en üst sıralarda yer alıyor, uluslararası sektörde adını bilmeyen, tanımayan yok. Sayın Süleyman Demirel’in de dediği gibi, “27 yaşında şirket kurmuş, 29 yaşında Çanakkale Seramik fabrikalarını açmış, 50 yılın sonunda geride devasa bir holding bırakmış biri gençler için çok önemli bir örnektir. Böyle bir başarının elde edilmesi için bir sebep olması lazım. Bu başarının arkasında bir dev adam var. O adam, İbrahim Bodur’dur.”
Ne istediğini bilmek ve bu uğurda yılmadan çalışmak işte budur!
Dürüst ve güvenilir olmak, zorluklara göğüs gerip sebat etmek işte budur!
Yaşlısından gencine, zengininden fakirine herkese değer verip eşit davranmak işte budur!
Binlerce çalışan tarafından ailelerinin büyüğü gibi görülmek, sevilip sayılmak işte budur!
Halktan kazandığını yine halka dağıtmak işte budur!
Düşküne koşmak, zorda olana yardım elini uzatmak işte budur!
İstihdam sağlamak, çalışanlarını mutlu etmek işte budur!
Vatanına ve milletine hizmet etmek işte budur!
Bayrağını ve toprağını sevmek işte budur!
Çanakkale ruhu işte budur!
Ne kadar çok kazanılsa da ilk günkü mütevazılığını ve maneviyatını korumak, geleneklerine sahip çıkmak işte budur!
Vefatının ikinci yılında bu muhterem insanı saygı ve sevgiyle anıyorum. Mekanın cennet olsun, İbrahim Bodur. Gözün arkada kalmasın…
Sevgiyle kalın...
YORUMLAR